Bir Ortak Ahlâk Kuralı (Zarar Verme) Önerisi Üzerine

Primum Non Necere” (Önce Zarar Verme) özdeyişi, sağlık alanında eğitim gören tüm öğrencilere okullarda öğretilen biyoetiğin temel ilkelerinden biridir ve tüm dünyada temel bir ilkedir.

Bunu ifade etmenin bir başka yolu da şudur: “Mevcut bir sorun söz konusu olduğunda, yarardan çok zarar verme riskine girmektense bir şey yapmamak, hatta hiçbir şey yapmamak daha iyi olabilir.” Sağlık personeline herhangi bir müdahalenin verebileceği olası zararı göz önünde bulundurmalarını hatırlatır. Bariz bir zarar riski taşıyan ancak daha az kesin bir fayda şansı olan bir müdahalenin kullanımı tartışılırken başvurulur. Kötülük yapmama, genellikle bunun bir sonucu olan iyilikseverlik ile karşılaştırılır.

“Zarar İlkesi” ise şöyle tanımlanıyor: “Zarar ilkesi, bireylerin eylemlerinin yalnızca diğer bireylere zarar gelmesini önlemek amacıyla sınırlandırılması gerektiğini savunur. John Stuart MILL bu ilkeyi Özgürlük Üzerine adlı eserinde şöyle ifade etmiştir; ‘Medeni bir topluluğun herhangi bir üyesi üzerinde onun iradesi dışında haklı olarak kullanılabilecek tek güç, başkalarına zarar verilmesini önlemektir.’ Bunun bir benzeri daha önce Fransa’nın 1789 tarihli İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nde şu şekilde ifade edilmiştir: ‘Özgürlük, başka hiç kimseye zarar vermeyen her şeyi yapma özgürlüğünden ibarettir; dolayısıyla her insanın doğal haklarını kullanmasının, toplumun diğer üyelerinin de aynı haklardan yararlanmasını sağlayan sınırlar dışında hiçbir sınırı yoktur. Bu sınırlar ancak yasalarla belirlenebilir.’ Daha önceki ifadesini Thomas JEFFERSON’ın 1785 tarihli Virginia Eyaleti Üzerine Notlar adlı eserinin 17. sorgusunda (Din) bulmaktadır: ‘Hükümetin meşru yetkileri sadece başkalarına zarar veren eylemleri kapsar.’”

Bu iki açıklamanın yazının hemen başında verilmesinin nedeni, genel bir ahlak ilkesi olarak önerilen Zarar Verme’nin bu iki kuralla ilişkili, ama onlarla sınırlı olmadığına işaret etmektir.

Zarar Verme, herhangi bir varlığa (canlı ve cansız) zarar vermemek; bu bağlamda kişinin kendisinin de zarar görmesine izin vermemesi anlamındadır.

“Zarar vermek” ve “yarar sağlamak” fiilleri genellikle birbirinden kopuk olarak kullanılabiliyor. Yani kişinin bir diğer varlığa hem zarar vermeyip üstüne de iyilik yapabileceği ileri sürülebilir. Halbuki Zarar Verme ilkesiyle vurgulanan özellik, “zarar vermeme” ve “yarar sağlama” fiillerinin kopuk değil, “birbirini  içeren” (mutually inclusive) olmalarıdır. Daha açık deyişle; zarar vermeyen bir fiilin aynı anda zaten yarar sağladığı; yarar sağlamanın, zarar vermeme dışında bir yolunun bulunmadığı demektir. Peki bunun nedeni nedir? Niçin zarar verip vermediğine bakılmaksızın bir iyilik yapılamasın? Örneğin bir kişinin, sırf öyle zevk aldığı için hiç bir karşılık beklemeden başka insan veya hayvanlara yardımcı olmasında ne gibi bir yanlışlık olabilir?

Bu soruyu cevaplamak için “yarar” ve “zarar” terimlerinin tanımlanmasına ihtiyaç var. Fakat bir tanım önerilebilmesi için önce yarar ve/veya zarar’ın “hangi büyük-amaç doğrultusunda” olacağı belirtilmeli. Örneğin, “bir toplum bireylerinin refah düzeylerinin artırılması” ya da “toplumdaki refah dağılımı eşitsizliklerinin giderilmesi” gibi iki farklı amaç doğrultusundaki yarar veya zarar yaratıcı fiiller farklı olacaktır. Hatta iki amacı birden (refahı ve dağılımını iyileştirmek gibi) gerçekleştirmek de bir başka büyük-amaç olabilir. Bu amaçların her birine  ya da birden fazlasına  yarar sağlayabilecek (ya da aksine zarar verecek) fiiller mümkündür. Ama üzerinde karar kılınacak büyük-amaç ve onu doğuran “ilk-neden” öyle olmalıdır ki, herkesin üzerinde uzlaşması mümkün olabilsin. Kısacası; “neye” zarar verilmemesi gerekiyor ve de “niçin?”

Kendimiz de dahil, varlıkların “niçin” ve “hangi amaca hizmet için” var olduklarını/edildiklerini bilmiyoruz; belki de hiç bilemeyeceğiz. Michio KAKU bütün yaşamın beynin bir yanılsaması olabileceğini ileri sürse de; bütün bu sonsuz büyük algısı yaratan evrenin,  gri beyin hücreleri arasındaki pico-amper mertebesinde elektrik akımlarından ibaret olduğu dışında pek bir şey bilmiyoruz. Bu nedenle neye ve niçin zarar verilmeyeceği konusunda mutlak bir yargı mümkün görünmüyor. Tek bilebildiğimiz, “canlılık” denilen sihirli mekanizmanın, mutasyon denilen muhteşem olgu ile birleşerek sonsuz sayıda canlıyı döngüsel bir bütünlük içinde üretmekte olduğu ya da öyle göründüğüdür. Bu döngüsel süreç ise kendini Tazmin Yasası denilebilecek bir kural uyarınca sürdürüyor: “Bildiğimiz ve henüz varlığından haberdar olmadığımız tüm canlı ve cansızlar, bir bağlantılı bütün olarak o bütüne uyum göster(e)meyenleri içinden atıp yenilerini üreterek yeni dengeler oluşturur. Bu süreçte bütünün herhangi bir öğesinin görmezden gelinebilecek her hakkı, o varlıkla etkileşim halindeki diğerlerince yeni bir denge kurulana kadar diğer varlıklardan -orantısız da olabilecek ölçülerde- tazmin edilir.”

Neye ve de niçin zarar verilmemesi gereken nokta, Tazmin Yasası uyarınca işleyen bu döngüsel sürecin işleyişinin kesintiye uğratılmamasında. İnsan türünün oldukça yüksek beyin-kitle indeksi nedeniyle daha yüksek sorumluluk sahibi olduğu düşünülse de, bilişsel yeti açısından daha önemli olduğu görülen “beyin zarındaki sinir sayısı” açısından insandan daha zeki görünen hayvanlar da mevcuttur. Ama onların sorumlulukları kendilerine ait olacağı için, insan türü açısından zarar verme öğesi üzerinde durmak daha anlamlı görünüyor.

Zarar Verme Ölçütü

Üzerinde geniş bir uzlaşı kurma peşinde olduğumuz büyük-amaç varlıklar bütününün sürdürülebilirliğine zarar vermemek olduğuna göre; bunun ölçüsü “her şeyin sürdürülebilirliğini etkileyen entropi kavramı” olabilir.

Yaşam bir “negatif entropi=ödünç enerji”, yaşam faaliyetleri ise “pozitif entropi=harcanan enerjiler” olarak tanımlandığında, yaşam boyu faaliyetlerimizin, giderek yaşam enerjisini azalttığı söylenebilir. Buna göre enerji eşdeğeri olan her eylemin yaşamdan küçük birer parça kopardığı; en büyük yarar=iyilik denkleminin yaşam enerjisini en az harcayacak -böylece de sürdürülebilirliği uzatacak- eylemler olduğu görülecektir.

Bir şey entropiyi artırıyorsa, geri dönülmez biçimde en geniş anlamda doğaya zarar vermektedir. Yarar kavramı da yine bu kavramla tanımlanabilir ve “bir şey entropiyi artırmıyor ise yararlıdır” şeklinde tanımlanabilir. Dikkat edilirse yarar kavramı, inclusive olarak yine “zarara yol açmama” yoluyla tanımlanmaktadır.

Yarar ve Zarar’ın Yaşamdaki Karşılıkları

Yaşam pratiğinde “yarar” kavramı karşılığında “iyilik”, “zarar” karşılığında ise “kötülük” terimleri daha çok kullanılıyor. Peki bu kavramların yerli yerinde uygulanması ve böylece iyilik zannederken kötülük (ya da aksi) yapmak tuzaklarından korunmak nasıl olacak? Her defasında entropi kavramlarına mı başvurulacak? Dahası hiçbir şey yapmadan durmak dahi; insanın iç sistemlerinin yaşamını sürdürebilmek için enerji ihtiyacı olduğuna göre; yine de entropiyi artıracaktır. Ayrıca tüm türlerin görünürdeki amacı türlerinin sürdürülebilirliğini sağlamak ama bunu başka türlerin benzer amaçlarını kesintiye uğratmadan yerine getirmek olduğuna, yani öyle göründüğüne göre; beslenmek, seçilimde geri düşmemek için rekabet etmek gibi zorunlu işlevler nedeniyle sürekli olarak entropiyi artıracaktır. Dolayısıyla entropi artırıcı eylemlerden kaçınmak değil, gerekli işlevlerini minimum entropi artışıyla gerçekleştirmek zorundadır.

Bu noktada birkaç bileşenli bir kişisel sorumluluk ortaya çıkıyor. Birinci bileşen, “doğal işleyişi anlama” yolunda çaba harcanması; bu karmaşık süreçten istifade ederek vesayet oluşturma ya da en azından insanları zapt-ü rapta almak isteyenlerin emellerine râm olmadan anlayışını geliştirebilmesi; bu yolda ucuz açıklamalardan (siyasal ve dini ideolojiler gibi) kendini koruyabilmesidir. İkinci bileşen ise, en kolay görünüşlü yol olan “bir şey yapmamak” halinden kendini koruyarak, başka varlıkların haklarını gözeterek kendi türünün sürdürülebilirliğini sağlamaktır. Bunun mutlak doğru olmayabileceğini, ama şimdilik de olsa bilebildiklerimizin ancak bu sağlamlıkta bir başlangıcı benimseyip giderek “daha çok anlama” yolunda entropi artırmaya (=çaba harcamak) yeteceğini söyleyebiliriz.

“Zarar verme” tamam; peki “yarar sağla” ne olacak?

Buraya kadarki akıl yürütme (çabası), zarar verme ilkesinin aynı zamanda yarar da sağladığını gösteriyor. Her eylemin “işleyişi daha iyi anlama” ve “türlerin sürdürülmesini sağlama” gibi iki bileşen açısından denetim altında tutulması sağlam bir yol olarak görünüyor. Peki bu amaçların biri veya ikisine birden “yarar sağlama” yoluyla katkıda bulunmak mümkün olamaz mı? Yani illa ki hareket noktası bir “zarar olasılığından kaçınmak” mı olmalıdır?

Anahtar 1; “Anlamadığın Şeyi Yapma”

Gerçek yaşantılarımızda birçok şeyi yukarıdaki iki amaç filtresinden geçirip “geçer” oluru aldığımız için değil, öyle alıştığımız için, doğrunun öyle olduğunu düşündüğümüz için, güvendiğimiz birisi öyle yaptığı için (taklit) ya da öylesine yaparız.

“Doğanın işleyişini anlamak” temel varoluş amaçlarından birisi olarak göründüğüne göre; eylemlerimizi henüz gerçekleştirmeden önce “girişmek üzere olduğum bu eylemim doğal işleyişi anlama amacına hizmet ediyor mu yoksa alışkanlık, ezber, koşullanmışlık, çıkar beklentisi gibi bir amaçla mı yapmayı düşünüyorum?” şeklinde bir sorgulamadan geçirmek, bizi niçin yaptığımızı anlamadığımız alışkanlıkların tuzağına düşmekten koruyabilir.

Anahtar 2; “Entropi Artışı Kaçınılmaz, O Halde Amaca En Çok Hizmet Edecek Eylemi Seç”

Kendini açıklayan bu anahtar, kullanımı açısından oldukça kolaydır. İnsanlar genellikle çabuk sonuç verecek, buna karşılık da sınırlı bir yarar sağlayabilecek eylemleri seçmek eğiliminde olabilir. Bu anahtar, bu tür bir yanılgıdan koruyabilir. Bu bağlamda unutulmaması gereken bir motto şu olabilir: “Eğer iki mümkün seçenekten birisi amaçlara diğerinden daha çok hizmet ediyorsa, diğerini seçmek sadece az yararlı değil, aynı zamanda yanlıştır.”

Sonuç:

Dünya düzenini etkileyen -çoğu da bütünü değil parçalarını önceleyen- onlarca etken var. Böylece, her insan topluluğu -kabile ya da devlet- kendi içinde de ayrıca alt gruplara bölünerek, daralan dünyaları için “yaşam amaçları” ve o amaçlara göre de “ahlak ölçüleri” oluşturuyor; ve çatışmaların başladığı yer, farklı ahlâkların birbirine değdiği bu ara kesitlerde ortaya çıkıyor. Çatışmaların soğuyup barışık yaşayabilme ise farklı ahlâkların birbirini değiştirip yeni ahlâkların ortaya çıkmasıyla mümkün olabiliyor. Bu bölünme ve çatışmalar farklı toplumlar arasında olabileceği gibi, çoğu zaman aynı toplumdaki farklı ahlâk ölçülerine (ve kültürlere) sahip kesimler arasında da olabilir.

Türk toplumu kendi içinde entellektüel düzeyde tartışarak başlangıçta değinilen bir büyük-amaç tanımlayamadığı için, çeşitli alt grupları kendi “dava”ları doğrultusunda daha sınırlı büyük-amaçlar tanımlamışlar ve böylece çok parçalı bir toplum yapısı ortaya çıkmıştır. Buna paralel olarak da bu parçalılıktan yararlanmak amacına sahip iç ve dış aktörler türemiştir.

Çözüm taraflardan birisinin diğerine galebe çalması ile değil, iki ahlâki ölçünün daha yalın bir ahlâk kodunda birleşmesi ve onun dışındaki farklılıklarını kısmen koruyup kısmen değişerek yeni bir toplum düzeni oluşmasındadır. “Zarar Verme” şeklinde önerilen ahlâk ilkesinin amacı, bu yeni toplum düzenine bir ilmek oluşturmaktan ibarettir.

Powered by OrdaSoft!